17 Ocak 2014 Cuma

Maria Curie

7 Kasım 1867′de Varşova’da doğan Polonyalı Maria Salomea Sklodoska (Marie Curie), ilk öğrenimini fizik ve matematik profesörü olan babası Ladislas Skladowski, ablası Brenya ve öğretmen annesinden alır. 15 yaşındayken liseyi birincilikle bitirir ve altın madalyayla ödüllendirilir. Bu ödülü alan üçüncü kardeştir. O sıralar Rus yönetimi altındaki Varşova’da üniversiteye girmesine izin verilmez. Sorbonne’da tıp eğitimi alan ablası Brenya’nın da yardımıyla 1891′de Paris’e gider. O yıla kadar endüstri ve Tarım Müzesi adı altında gizlice eğitim veren Polonya okulunda eğitim alacaktır. Ablasını tifüsten annesini veremden kaybeden Maria için zor günler yeniden başlar. Küçük bir tavan arasında çalışmalarını sürdürür.

Paul Appel, Edmond Bouty ve Gabriel Lippmann’ın derslerini takip etmeye başlayan ve fizik derecesi alan Curie, Lippmann’ın araştırma laboratuvarında çalışmaya başlar. 1894 yılında ikincilikle Matematik lisansını almasının ardından, o sıralar Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu laboratuvarının başkanı olan ve piezoelektriği keşfeden 35 yaşındaki Pierre Curie ile tanışır.

25 Temmuz 1895′te evlenirler. Bu tarihten sonra Marie Curie adını alacaktır. İlk kızı Irene’in Eylül 1897′deki doğumu sonrası çalışmalarına ara veren Curie, 1898′de bir uranyum filizi olan peçblend [U3O8] in analizi sonucunda uran elemanından 3 milyon kez daha güçlü radyoaktivitesi olan 2 yeni eleman bulur. Bunlardan birine Marie Curie’nin anavatanı Polonya’nın şerefine “Polonyum”, ötekine de ışın yaydığı için “Radyum” denildi. Eşi Pierre de çalışmalarına ara vererek Marie’ye yardım etmeye başlayacaktır. Özetle Polonyum; yeni bir element olan ve uranyumun radyoaktif bozulmasından ortaya çıkmıştır. Radyumu laboratuvar gibi bir ortamda değil evinin arka bahçesindeki ufak kulübede son derece kötü şartlarda çalışırken keşfeder. Tonlarca cevherden bir desigram radyum klorür elde ederler.

İlk radyoaktif element Polonyuma ülkesinin adını vererek bir nevi borcunu ödeyen bu çalışkan bilim insanı, halen iki Nobel Ödülü sahibi olabilen tek kadındır. Marie Curie; “Elementin laboratuvarda radyoaktif işlemler görerek bir başka elemente dönüşebileceğini” de ispat etmiştir. 1903′te radyoaktiviteyi keşfeden Antoine Henri Becquerel ile Nobel fizik ödülünü paylaşır. 1911′de kimya alanında bir Nobel ödülü daha kazanacaktır. Sultan İkinci Abdülhamid’in bile takdirlerine mazhar olur hediyeler alır.

Tüm bu tarihe geçen başarılar sonrası kişisel saldırılara da maruz kalır. Tümü erkeklerden oluşan “Ortaçağ zihniyetli” Fransız Bilim Akademisi bir oyla üyeliğini reddeder, 1906′da bir at arabasının çarpması sonrası hayatını kaybeden eşi Pierre Curie’nin yakın dostu evli Paul Langevin ile arasında aşk ilişkisi olduğuna dair dedikodular çıkar. Langevin o kadar sinirlenir ki haberleri çıkaran gazetenin editörünü halkın önünde düelloya davet eder. Editörün silahını çekmemesi ile konu bir anlamda kapanır. Curie’yi çalkantılı yıllarından ardından uzun bir depresyon dönemi beklemektedir.

Telefonun ABD’li mucidi Graham Bell’in tavsiyeleri üzerine kanser tedavisi üzerine araştırmalar yapar, 1. Dünya Savaşı sırasında taşınabilir röntgen cihazları yaparak binlerce askerin hayatını kurtarır. 1935’de Nobel Kimya Ödülü’nü alan kızı Irene ile birlikte uzmanlara savaş ortamında radyoloji aletlerini nasıl kullanacaklarını öğretir. Varşova’daki Radyum Enstitüsü’nü Amerikan başkanı Herber Hoover’ın kendisine verdiği 50.000 doların tek bir kuruşuna bile dokunmadan kuracaktır.

Marie Curie laboratuvarlardaki çalışmaları sırasında radyoaktif ışınların sürekli etkisinden dolayı kansız kalmıştı. 1934′de Fransa’nın Savoy kentindeki Sancellemoz sanatoryumunda öldü. Curie’nin hastalığı daha sonra, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu sebeple “bilim için ölen kadın” olarak tanınan Curie’nin adı radyokativite birimine verildi. Radyoaktif test tüplerini cebinde taşıdığı, masasının çekmecesini bu tüplerin muhafaza yeri olarak kullandığı bilinir. Curie’nin not defterleri o kadar radyasyona maruz kalmıştır ki, kurşun kaplı bölmelerde tutulup radyoaktif koruma altında incelenebilmektedir. Mezarı Fransa”nın ulusal anıt mezarı olan Panthéon’dadır.

Marie Curie nükleer silahların bu denli yıkıcı olabileceğini bilse sanırım hiç bu işlere bulaşmazdı.

POLONYALI OLAN Marie Sklodowska, Varşova'da dünyaya gelmiştir. 5 kardeşten en küçüğü idi. Babası fizik ve matematik hocası idi. Evini geçindirmek için büyük zorluklarla mücadele etmek zo­runda kalıyordu. Marie 9 yaşında iken annesi öldü. Bu felaket küçük Marie'yi çok sarstı ve gelecekteki hayatında derin izler meydana getirdi.

Marie Curie Çalışmaları

17 yaşına geldiği sırada zengin bir çiftçinin yanına kahya kadın olarak girdi. Burada kaldığı 5 yıllık süre içinde boş zamanlarında çok sevdiği ve babasından tevarüs etmiş olduğu bir merakla ilmi eserler okudu. Bu çalışma sırasında kazandığı para ile okumak üzere Paris'in yolunu tuttu. Bu şehirde büyük bir sefaletle karşı karşıya kaldı. Gün­lerinin ekserisi yarı aç ve ısınacak yakacak sağlamaktan aciz bir vazi­yette geçiyordu. Gündüzleri üniversitede çalışıyor, geceleri de tavan arasındaki odasında büyük bir gayretle sınavlara hazırlanıyordu.

Bir süre sonra Pierre Curie ile karşılaştı. İkisinin de düşünceleri birbirine uyuyordu. Pierre. bu sırada bir fizik öğretmeni idi. 1895 yılında evlendiler ve bu tarihten sonra Marie kocasının laboratuarında çalışmaya başladı. Aralarında o kadar uyumlu bir anlaşma oluştu ki sonunda bunun mutlu sonuçlarından bütün dünya yararlandı.

Bu sıralarda Becquerel adında bir Fransız bilgini uranyum madeni tuzlarının bazı ışınlar yaydığını keşfetmişti. Curie'lcr bu konu ile ilgilendiler. Bir miktar uranyum elde ettikten sonra oldukça basit bir bina­da kurulmuş olan küçük laboratuarlarında çalışmaya başladılar. İki se­ne sonra iki yeni maden elementi yani radium ve poloniumu keşfetti­ler.

Poloniuma Madam Curie'nin memleketine izafetle bu ad verildi. Bu tarihten sonra Curie'ler şöhret ve mutluluğa erdiler. 1903 yılı No-bel Ödülü Becquererie beraber kendilerine verildi. Fakat şöhretlerinin zirvesinde bulundukları bir sırada feei bir kaza Madam Curie'yi hayat ve mesai arkadaşından ayırdı. Bir araba kazasına uğrayan Pierre Curie öldü. Madam Curie bu ağır felaketi hiçbir zaman unutamadı. Kocası ile başlamış oldukları çalışmalara kendini vererek avunmaya çalıştı ve bu çalışmalar ilim dünyasına yepyeni bir bakış açısı sundu. Paris Üniversitesi bir Radyum Enstitüsü'nü kurdu ve bu enstitünün araştır­ma kısmına Madam Curie'yi getirdi. Madam Curie bu vazifede ölümünden birkaç hafta evveline kadar kaldı.

1921 yılında Birleşik Amerika'yı ziyaret ederek Cumhurbaşkanı'nın hediye etliği 1 gr. radyumu aldı. Kendisine her yerden araştır­malarına kullanmak üzere maddi yardımlar yapılıyordu. Madame Cu­rie 1934 yılında 66 yasında iken pernisiöz anemiden öldü. Radyum ışınları ile çok fazla meşgul olmasının ölümünü çabuklaştırdığı genel­likle kabul edilen bir gerçektir.Büyük bilimsel keşiflerin ardında yatan öyküler göz ardı edilir çoğu zaman. Dünyanın gidişatını değiştiren buluşların, ani beyin fırtınaları sonucunda doğduğu düşünülür. Arkhimedes'in yarattığı "Eureka" mitindeki ya da Newton'ın "kafaya düşen" elma örneğindeki gibi, hep o son nokta hatırlanır. Ancak, işin özü hiç de görüldüğü gibi değil... Einstein'ın "e=mc2" ile formülleştirdiği teori, aslında enerji kadar, yaşamından çaldığı zamana, çektiği sancılara da eşit. Polonya asıllı bilim kadını Maria Sklodowska ya da Fransa'da yaptığı evlilik sonrası, dünyada bilinen adıyla Marie Curie. Tüm bilim insanları arasında, kimse onun kadar zorluklara göğüs germek zorunda kalmadı ve kimse onun kadar ağır bir bedel ödemeye mecbur bırakılmadı. Buluşları, sonunda yaş***** mal oldu.

Eşi ve meslektaşının trajik ölümü, olay üzerine türetilen dedikodular, bilimsel kuruluşlar tarafından sürdürülen karalama kampanyaları, Curie'nin Nobel ödüllü ilk bilim kadını unvanını kazanmasını, hatta Nobel'i iki kere alan ilk kişi olmasını; dahası, bilimsel anlamda ölümsüzleşmesini engelleyemedi. 7 Kasım 1867'de, Varşova'da doğan Maria Sklodowska'yı fizikle ilgilenmeye yönelten kişi, fen öğretmeni olan ablasıydı. Curie, daha o zamanlarda dikkat çeken kararlı ve ciddi yapısıyla, henüz 15 yaşındayken, okulu en iyi dereceyle bitirmişti.
Babasının tüm varlığını riskli bir yatırımda kaybetmesi nedeniyle, kısa dönemli birçok işte çalışmak zorunda kaldı. Ancak, bilim için bir şeyler yapma arzusu hiç dinmedi ve Sorbonne Üniversitesi'ne başvurdu. 1891'de, 23 yaşındaki mezuniyetinden sonra doğa bilimleri ve matematik dalında yüksek lisans yapmaya karar verdi. Yüksek li-sansını 1895'te tamamladı. Aynı yıllarda ümit vaat eden Fransız fizikçi Pierre Curie ile tanıştı ve evlendi. Artık, Marie Curie'nin bilimsel kariyerindeki taşlar bir bir yerine oturuyordu.

İlk atlama taşı, Paris kökenli bir başka bilim adamının 1896 baharındaki ilginç buluşuydu. Politeknik Okulu'na yeni atanan Profesör Henri Becquerel, bazı cisimlerin ya da canlı varlıkların normal sıcaklığında hissedilir bir artış olmadan, karanlıkta ışık verme özelliği şeklinde tanımlanan "fosfor ışıl" olgusunu araştırıyordu. Becquerel, bu olayı açıklamak için uranyum elementi içeren bileşiklere odaklanmıştı. Uranyum içeren kristallerin ışığı nasıl emdiğini ortaya çıkarmak istiyordu. Bu amaçla, fotoğraf klişeleri ve kristallerle bir deney yapmaya karar verdi.

Kötü hava koşulları nedeniyle deneyini ertelemek zorunda kalınca, kristalleri ve fotoğraf klişelerini bir dolaba kilitledi. Aslında onları unutmuştu ve 1 martta dolabın kapağını açtığında büyük bir şaşkınlığa düştü... Kristaller, güneş ışığıyla aktif hale gelmemişlerdi; ama klişeler bomboştu, hatta kararmışlardı. Uranyum kristalleri, bağımsız olarak ışın yaymışlardı.
Bu raslantısal buluş gerçekten şaşırtıcıydı. Bu ışınları üreten enerji nereden geliyordu? Sorunun cevabını bir yıl boyunca kimse veremedi. Curie'ler, 1897 kışında "Becquerel ışınları"nın gizemini çözmeye karar verdiler. İlk aşamada, uranyum içeren kristallerde doğan etkinin yoğunluğunu ölçmekle işe başladılar. Bu etki, Marie'nin adını verdiği "radyoaktivite"ydi... Kocasının daha önceki çalışmalarından yararlanarak, farklı kristallerin ortaya çıkardığı radyoaktivite düzeyinin tek bir unsura bağlı olduğunu buldu: kristal içindeki uranyumun miktarı. Ancak, mineralleri radyoaktifleştiren etken tek başına uranyum olmayabilirdi. Bu etkiyi, periyodik tabloda, uranyumun hemen altında yer alan toryum da yaratabilirdi.
Marie, bu olasılığı göz önüne alarak araştırma alanını genişletti ve radyoaktivite için çok sayıda maddeyi test etti. Bunlar arasında, bir madde üstünde yoğunlaştı: uranyumdan arta kalan katranlı zift cevheri. Marie, yüzde 65 oranında uranyum içeren bu cevherde, uygun radyoaktivite düzeyini bulmayı amaçladı. Ölçümleri sonucunda, cevherin gerekenden çok daha radyoaktif olduğunu anladı.

Marie Curie üzerinde oynanan oyunlar…

Marie, 4 Kasım 1911'de Fransa'nın o dönemlerde en çok satan gazetesi Le Journal'in manşetindeydi: "Bir aşk hikâyesi: Madam Curie ve Profesör Langevin". Bu başlığın hemen altında, Fransa'nın en seçkin fizikçilerinden Paul Langevin ile Marie Curie arasında tutkulu bir ilişkinin yaşandığından bahsediliyordu. Yazıda, Marie'nin utanmaz bir yuva yıkıcı olduğu ve Langevin'in karısı ile çocuğunu çaresiz bıraktığı anlatılıyordu.
Gerçekte ise, Marie ile Langevin uzun zamandan beri çok yakın iki dosttu. Özellikle de Pierre'in ölümünden sonra Langevin ona çok destek olmuştu. Bu yakınlığı kıskanan karısı ve kayınvalidesi de, böyle bir yalanı ortaya atmışlardı. Ama, asıl dram bundan birkaç gün sonra yaşanacaktı. Marie'nin 1911'de Nobel Kimya Ödülü'nü aldığı açıklandı, ancak Komite üyelerinden gelen mektupta törenden uzak durması iste-niyordu. Doğaldır ki, Marie bu mektubu dikkate almadı ve yılmadı. Sonunda bu dedi-kodular iki dostu birbirinden ayırmaya yetti. Marie laboratuvarına geri döndü, Langevin de karısına. Ancak işin ilginç yanı, Langevin çok kısa bir süre sonra metre-siyle birlikte yaşamaya başladı.

Bunun anlamı çok açıktı; bu siyah renkli tehlikeli cevherde yepyeni ve bilinmeyen bir radyoaktivite kaynağı gizliydi. Kocasıyla birlikte yeni kaynaklara yöneldiler ve olağanüstü yorucu ve son derece tehlikeli araştırmalarına giriştiler. Toplayabildikleri kadar çok katranlı zift cevherini aylarca ayrıştırmakla uğraştılar. Haziran 1898'de, uranyumdan 400 kat daha radyoaktif bir kimyasal elementi bularak ilk başarılarına ulaştılar. Bu elemente Marie'nin anayurdundan esinlenerek "polonyum" adını verdiler.
Polonyum, uranyumdan çok daha radyoaktifti; ancak, cevherdeki olağanüstü değerle-re ulaşan radyoaktiflikten tek başına sorumlu değildi. Curie'ler, araştırmalarını sürdürdüler ve Kasım 1898'de, polonyumdan da güçlü bir başka radyoaktif element keşfettiler.

Bu element ölçüm yapmak için çok küçüktü, ama, katranlı zift cevherinin gizemini çözebilirdi. Curie'ler, bu elemente de Latince'de "ışın" anl***** gelen "radyum" adını uygun gördüler. Şimdi sıra, bu elementin özelliklerinin kimyasal çözümlemesine gelmişti. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, büyük bir katranlı zift cevheri bulmak ve bunu madeni radyum parçacıklarına indirgemekti. O zamana kadar işbirliği içinde çalışan Curie çifti, araştırma yollarını ayırmaya karar verdi. Pierre, radyoaktivite sürecinin ayrıntılarına odaklandı. Marie ise, çok daha tehlikeli olan radyumun ayrıştırılmasına yöneldi.
Rothschild ailesinin yardımıyla, Bohemya'daki uranyum madeninden 10 ton cevher atığına sahip oldu. Atığı çok zor koşullarda billurlaştırdı. Bu çalışma için, hiç durmadan çalıştı ve tam dört yılını harcadı. Çetin uğraşları sonucunda, bir gramın onda biri ağırlığında radyum klorit elde etti. Bu, yaydığı akkor ışıkla herkesi büyüleyen ilginç bir maddeydi. Ama Marie, bu ürkütücü ışığın karanlık yüzünü yıllar sonra görecekti.
1902 yılında, Curie'lerin, araştırmaları ve ulaştıkları sonuçlar nedeniyle, Nobel Ödülü'nü Henri Becquerel'le birlikte almaları gerektiği tartışmaları başladı. Ancak, Fransız Bilim Akademisi'nden bir grup bilim adamı, yazdıkları tavsiye mektuplarında bilerek ve açıkça Marie Curie'nin adını atladılar. Neyse ki, Nobel Komitesi adayları inceledikten sonra hiç tereddüt etmeden 1903 Fizik Ödülü'nü bu üç bilim insanına verdi. Ödül, kuşkusuz Marie için çok özeldi.

Bundan sonraki yıllar içinde eşiyle birlikte çalışma fırsatı bulamadı. 19 Nisan 1906'da da, o trajik kaza gerçekleşti. Pierre Curie atlı bir arabanın altında kalmıştı.Marie, acısını kendini işine vererek dindirmeye çalıştı. Sorbonne'da eşinin kürsüsüne profesör olarak atandığında, bu okulda ders veren ilk kadın unvanını kazandı. Polonyum ve radyum üzerine yaptığı çalışmalarla da 1911'de Nobel Kimya Ödülü'nü alarak yine bir ilke imza attı.

Bu ikinci zafer, kamuoyunda çalkalanan söylentilerle lekelenmeye çalışıldı. Adı, bir başka saygın fizikçi Paul Langevin'le aşk dedikodusuna karıştırılmıştı. Bunun da üstesinden gelmeyi başardı. Artık tek amacı, araştırmasının diğer bilim dallarına da yardımcı olmasını sağlamaktı.
İlk olarak radyumun tıbbi uygulamalarda kullanılmasına öncülük etti. Kansere karşı çok etkili sonuçlar veren "radyoterapi", uzun yıllar boyunca milyonlarca insanın hayatını kurtardı. Bu başarılı gelişme birtakım spekülasyonları da beraberinde getirmişti. Avusturya'da kaplıcalarıyla ünlü kasabalar, katranlı zift cevheri bulunan bölgelerde kampanyalar başlatarak, sularının sağlık kaynağı olduğunu ileri sürdüler. Yine bir Fransız kozmetik firması daha da ileri giderek, toryum ve radyum içeren "Tho-Radia" adlı yüz kremini piyasaya sürdü.

Bu kampanyaların ve iddiaların tümü, radyumun öldürücü etkisi ortaya çıkınca birdenbire durduruldu. 1930'lu yıllarda doktorlar, saat fabrikalarında çalışan işçilerin büyük bir bölümünde kanser vakalarına rastladılar.
ABDdeki küçük bir fabrikada, işçiler saat kadranına son şeklini vermek için radyum içeren boyalar kullanıyorlar ve bu işlemi, fırçanın ucunu dilleriyle yalayarak gerçekleştiriyorlardı. Sonuçta, işçilerin çoğu kemik kanserine yakalandı.
Aynı dönemlerde, Marie Curie de radyum tehlikesini fazlasıyla yaşamaya başladı. Gece gündüz demeden birlikte yaşadığı element kendisine ihanet etmiş, Mayıs 1934'te çok ciddi şekilde rahatsızlanmıştı. Testler, şiddetli bir kansızlığı, yani anemiyi işaret ediyordu. Fransız Alpleri'ndeki sanatoryuma gönderildiyse de artık çok geçti. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı radyum nedeniyle kan kanserine yakalanmıştı ve çok geçmeden 4 Haziran 1934'te gözlerini hayata yumdu. Yıllar süren mücadelesinin izleri ellerine de yansımıştı, parmakları nasırlarla ve radyasyon yanıklarıyla doluydu. Savaşımla geçen bilimsel kariyerinde, binlerce kişinin hayatını kurtaran Curie, yine kendi adını verdiği maddenin kurbanı olmuştu.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder